İnsan Hakları Perpektifinden Ölüm Cezasının Değerlendirilmesi

İnsan Hakları Perpektifinden Ölüm Cezasının Değerlendirilmesi

İnsan Hakları Perpektifinden Ölüm Cezasının Değerlendirilmesi

Bir bireyin hayatından yola çıkarak tüm hayatı açıklamaya çalışırsak, tek tek bireyler aslında o bütünün yani toplumun tamamını da anlatabilir. Tek bedeni cezanın yani idam cezasının bu bütünlük içinde nerede durduğu konusunda birey ve toplum arasında ilişki analizi yüzyıllardır tartışılagelmiştir. İdam bir ceza mıdır? Bir hakkın yani yaşama hakkının istisnası olabilir mi? Bu ceza karşısında söylenebilecek tek gerekçe “Adli Hata” durumunda ne yapılacağı mıdır? Hukuki olarak ele alınıp çözülebilecek basitlikte bir durum olarak görülen bu mevzu genellikle hukuki risklerle tartışılmıştır. Ortaya çıkış şekline bakıldığında ilkel ve sürdürülebilir olmayan bir ceza yönteminin hala nasıl günümüz koşullarına taşındığı ve tartışılır olduğunu kısa bir çalışma ile ortaya koymak oldukça zordur.

Bu durum hukuk düzeni, suç bilimi, hukuk felsefesi, sosyoloji ile yakından ilgili dururken Teolojinden başlayıp psikolojiye kadar uzanan bağlantılı olabileceği birçok alan vardır. Ancak temek eksen anayasa hukuku ve ceza hukuku ile suç bilimi olarak değerlendirilebilir.

Magna Carta’dan itibaren bütün uluslararası metinlerin yaşam hakkını koruma altına aldığını görmekteyiz. Özellikle İkinci Dünya Savaşı döneminde yaşanan geniş kitlesel yaşam hakkı ihlalleri nedeniyle doğal hukukta var olan yaşam hakkı, uluslararası pozitif normlarda kendisine yer bulmaya başlamıştır. Yaşam hakkı, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi, Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi, Afrika İnsan ve Halkların Hakları Şartı gibi pek çok uluslararası sözleşmede yer almıştır. Bu anlamıyla yaşam hakkının korunması, bu hakka tehlike oluşturan müdahalelerin önlenmesi yönünde devletlere yükümlülükler getirmiştir. Gerek doktrinde, gerekse uluslararası yargı içtihatlarında yaşam hakkının korunmasının uluslararası teamül hukukunun temel ilkesini oluşturduğu kabul edilmektedir.

Günümüz dünyasında birçok ülke ve özellikle Avrupa Ülkelerinde anayasadan çıkarılan bu ceza Türkiye açısından da tarihte kalmış olmakla birlikte son zamanlarda yeniden tartışılır hale gelmiştir.

Bu çalışmanın amacı yukarıda kısaca birkaç tanesine değindiğimiz sorular ve sorunlar eksenin de bu ceza modelinin ortaya çıkışını, onu ilk olarak var eden toplumsal koşulları ve o ilkel durum ve koşullar kalktığı halde modern zamanlardaki varlık nedenlerini kısaca analiz etmek olacaktır. İdam cezası anlatırken, ortadan kaldırdığı haktan başlayıp idam cezasının tarihsel kökeni ve uygulanışı ve modern dönemde cezanın varlık durumu çalışmanın odağında olacaktır.  Son olarak da Türkiye Cumhuriyeti Devleti açısından idam cezasının tarihsel süreci hakkında bilgi verilecektir.

 

I. BÖLÜM

1.YAŞAM HAKKI

Tüm toplumsal düzenlerin korumakla yükümlü olduğu temel süje “İnsandır”. Bireyler bir araya gelerek toplumu oluşturur. Toplumsallaşan ve  bir organizasyon yaratan birey zaman içinde bu sistem içinde sistemin korunması adına bazı yaptırımlara tabi tutulmaktadır. Bu yaptırımların sınırı idam cezası gibi temel insan haklarına müdahale eden bir noktaya ulaştığı zaman korunması gerekenin birey mi yoksa bireylerin oluşturduğu toplumsal organizasyon mu olduğu tartışmalıdır. Jeremy Bentham eserinde şöyle demektedir:

Bireyin toplam hazzını artıran veya acılarının toplamını azaltan şeyin o kişinin yararını sağladığı kabul edilir. Toplum, bireylerden oluşan farazi bir birlik olduğuna göre, toplumun yararı da kendisini oluşturan bireylerin toplam yararından ibarettir. Böylece bir davranış eğer toplumun mutluluğunu azalttığından fazla artırıyorsa bu davranışın fayda ilkesine uygun olduğu söylenir. (Bentham, 2003:9)

Günümüz modern sistemleri içinde bu sorunun cevabı ne tek başına birey ne de toplumdur. Daha açık bir ifade ile haklar ve bu haklarının ortaya çıkış durumdan yola çıkarak “Yaşama Hakkı ve haklardan bahsedebilmek için yaşamın sürdürülmesi” durumunu toplum ve birey tartışmalarının en üstünde tartışmasız bir yere koyarak başlanabileceğini düşünüyoruz. Her ne kadar hak ve özgürlükleri hiyerarşik bir sistemle ele almak etik değil ise de tüm hak ve özgürlükler içerisinde yaşam hakkının en başta gelen bir hak ve özgürlük olduğunu, bu hakkın var olmadığında diğer hakların anlamsız kaldığını söylemek mümkün olacaktır. Beccaria, hukuku insanlar arasındaki bir sözleşmenin ürünü olarak tanımlar ve  hukukun amacının insan doğası ve en büyük sayıda insanın mutluluğu (faydası) esası olduğunu savunmaktadır. Yaşam hakkını bir ön şart olarak kabul ettiğimizde ötenazi ve kürtaj da tartışılan konular olacaktır. Bu iki durumu idamdan ayırt eden şey idamın bir ceza olarak hukuk sistemlerinde yer etmesidir. Hatta literatürde de, çok yerinde bir tespit olarak insan haklarını korumanın temel hareket noktasının yaşam hakkının korunmasına bağlı olduğu vurgulanmıştır. Hukuk felsefesi açısından her üçü bir arada tartışılır olsa da bu çalışma içinde diğer iki durum bu cezalandırma yöntemi ile birlikte tartışma içinde olmayacaktır.  

Yaşam hakkı, “öncelikle insanın fiziki, biyolojik ve psikolojik varlığını, sağlık ve bütünlük içerisinde dünyaya gelmesini; sonra yaşamını moral ve entelektüel gelişim olanaklarına sahip olarak sürdürebilmesini ve nihai olarak da insan varlığının sınırlanmamasını, etkilenmemesini ve yok edilmemesini içermektedir”.  Bu hak tartışıldığında devletin iki temel sorumluluğu ortaya çıkar. Birincisi “Negatif Sorumluluk veya Öldürülemezlik Kuralı” ikincisi ise “Pozitif Sorumluluk veya Yaşatmacılık Kuralıdır.” İnsanın öldürülemezliği sorumluluğu karşısında da devletin bireyi, üç sujeye karşı koruma altına aldığı görülmektedir. Bunlar: kişinin kendisi, üçüncü şahıslar ve toplum veya devlettir.Bu korumanın sağlanabilmesi, bireyin diğer şahıs ve toplumdan korunabilmesi için devlet hukuk düzeni oluşturmakta ve bu düzenin yaptırımları ile önleyici, caydırıcı veyahut ortaya çıkan zararı tazmin ettirici yöntemlerle bu sorumluluğunu yerine getirir. Diğer üçüncü unsur olaraksa devletinin kendisi karşımıza çıkmaktadır. Bu durumda ise devletin tek sorumluluğu uyguladığı cezalarla hiçbir şekilde yaşam hakkını ortadan kaldırmamaktır. Kısacası yaşama hakkı diğer hakların ön şartı olarak en üste konulduğunda devletin istisna tanımadan bu hakkı koruması gerekir. Kişisel, siyasal, ekonomik ve sosyal bakımlardan eşitsizlikler yaratarak da yaşam hakkı ihlal edilebilir, yaşam hakkının özüne dokunulabilir. Devletin yaşam hakkına dair diğer yükümlüğü de bu yaşam hakkının özüne zarar verebilecek ya da bu hakkın kullanılması kısmen ya da tamamen ortadan kaldırabilecek koşulları önceden öngörüp önüne geçme veyahut ortaya çıkmış bu sorunları yok ederek hakkın kullanılmasının önünü açmaktır.

2.CEZANIN TANIMI –CEZA TEORİLERİ

Ceza; kanunların suç olarak belirlediği hareketleri yaparak toplum düzenini bozan kişilere karşı, kanunla belirtilen usul ve esaslar çerçevesinde uygulanan maddi ve manevi elem ve ıstırap verici yaptırımlardır. Toplumsal yaşantının olduğu her yerde tarih boyunca ceza da var olmuştur. Cezanın toplum halinde yaşamayı sağlamanın bir gerekliliği olduğu düşünülmekte ve toplum iradesini açığa çıkaran bir olgu olan cezanın ancak amacının ortaya konulması ile meşru olacağı savunulmaktadır. Cezanın amacına dair çeşitli teoriler vardır ve bu teoriler idam cezasına bakış açısında farklılıklara neden olmaktadır. Bunlara kısaca değinmek idam cezasının günümüzde hala tartışılır olması açısından açıklayıcı olacaktır.  

2.1.Mutlak teoriler

Cezanın uygulanmasını başlı başına amaç olarak gören teorilere mutlak teoriler denilmektedir. Bu teorilere göre ceza gelecekte suç işlenmesini önlemek için değil, toplumun düzeni bozulduğu için uygulanır ve cezanın verilmesiyle birlikte amacının da gerçekleştiği kabul edilir. Mutlak teoriler, kefaret ve adalet teorileridir.

  1. Kefaret teorisi: Cezanın amacı konusundaki en eski düşünce, cezanın kefaret olduğu görüşüdür. Bu teorinin esası, göze göz, dişe diş anlayışıdır. Kötülük yapan bunun karşılığını çekmelidir. Kefaret suçlunun cezasını çekerek günahından arınması, toplumla arasındaki hesabın kapatılması anlamını taşımaktadır.
  2. Adalet teorisi: Bu teoriye göre, ceza verilmesi bir amaca yönelik değildir, sadece adalet düşüncesinin gerçekleştirilmesi istenmektedir. Adaletin yerini bulması için ceza verilmesi gerekir.

 

2.2.Nisbi teoriler

Faydacı teori olarak da adlandırılan  Nisbi teorilere göre ceza gelecek için verilir, cezanın amacı suçu önlemektir.  Bentham’a göre yasamanın konusu genel fayda olmaldır. Morris’e göre  ise ceza failin suçlu olması ile meşrulaşır.

 Buna göre de birbirinin tamamen karşıtı olan özel ve genel önleme teorileri ortaya çıkmıştır

  1. Özel önleme: cezanın amacı geleceğe yöneliktir. Bu da faili gelecekteki suçlardan alıkoymaktan ibarettir. Cezanın amacı sadece önlemedir. Suç cezanın nedeni değil, cezalandırmanın vesilesidir. Fail kusuru oranında değil, yeniden sosyalleşmesi için gerekli olan miktarda ceza alır.
  2. Genel önleme teorisi: cezanın amacı ne kefaret ve ne de faile etki düşüncesindedir. Cezanın amacı, korumadır, ancak koruma faile değil, topluma yöneliktir. Suç karşılığında ceza verileceğini bilmek ve suç işleyenlere ceza verildiğini görmek toplumu suçtan korur. Birçok birey yasaları ihlal etme eğilim ve güdülerini, bu arzularını yasaları ihlal ederek tatmin edenlerin ödedikleri ağır bedelleri görmekle bastırır. 

3.TÜRK HUKUK ÖĞRETİSİNDE CEZANIN AMACI

Türk hukuk tartışmalarında da cezanın amacı konusunda bir çok yaklaşım mevcuttur.

Hafızoğulları konuyu değerlendirirken toplumda yaşamanın barışa gereksinim duyduğunu ve barışın sağlanması için cezanın gerekli olduğunu düşünmektedir. 

Hiç şüphesiz toplumun sağlıklı ve barış içinde hayatını sürdürmesi, toplumsal düzenin korunması bu normlara uyumla ve uygun davranmakla gerçekleştirilir. Hukuk düzeninin bir parçası olarak ceza hukuku da bu amaca hizmet eder. Ancak hukukun diğer dallarından farklı olarak kurallara uyulmaması durumunda devlet zoruna başvurulması ceza hukukunun temel ögesidir.

Dönmezer/Erman’a göre, cezanın birçok amacı olup, bunlardan bazıları kamuoyunu tatmin etmek, diğer kişiler için caydırıcı etki sağlamak, esenliğe götürücü etki tesis etmek, suçlunun manevi kusurunu karşılamak, sosyal dengeyi sağlamaktır. Ancak bunların fayda etmeyeceği anlaşılır ise toplumdan tasfiye gündeme gelebilir. 

Erem/Danışman/Artuk’a göre ise cezanın amacı ıslahtır. 

İçel/Donay’a göre, toplumsal yaşantıyı koruma  ve korkutucu niteliği sayesinde suç işlenmesini önleme, diğer yandan ise suçluyu ıslah ederek onun yeniden sosyalleşmesini sağlamak cezanın amacıdır.

 

II. BÖLÜM

1.ÖLÜM CEZASININ TANIMI

Ölüm cezası devletin yasalar tarafından önceden tanımlanmış bir suçun karşılığı olarak bu suçu işleyen failin hayatına son vermesidir.  Yapılacak yargılama ile fail ölüm cezasına mahkûm olmaktadır ve bu cezanın infaz edilmesine de idam ismi verilmektedir. İdam bir çok şekilde gerçekleştirilebilmektedir.

Aşağıda tarihsel gelişimi ve Türkiye’deki durum incelenecek olmakla birlikte tarihsel süreç içinde insan haklarına duyulan saygı arttıkça daha fazla ülke idam cezasının adalet için makul bir seçenek olmadığı düşünmekte ve yasal düzenlemelerden ölüm cezasını çıkarmaktadır. BM üyesi 193 devletten 162’si son 10 yılda hiçbir infaz yapılmamış, 112 ülke ise kanunlarından idam cezasını kaldırılmıştır. Afrika Birliği'nde de benzer bir durum olmuş, birliğin 54 üyesinden 47'si son 10 yıl içinde uzun herhangi bir mahkûmun ölüm cezasını infaz etmemiş, 22 üye ise kanunlarından ölüm cezasını kaldırmıştır. Sadece Mısır, Somali, Botsvana, Sudan ve Güney Sudan’da olmak üzere, yalnızca beş Afrika ülkesinde ölüm cezası infazı gerçekleştirilmiştir. Ancak 2019 yılında Suudi Arabistan’da çok sayıda ölüm cezası infaz edilmiştir.

 

2.ÖLÜM CEZASININ TARİHSEL GELİŞİMİ

Suçu ve suça ait cezayı tarif ederken genellikle neticesine ile anlatılır. Neticenin suçluda bıraktığı etki ve toplumsal olana nasıl geri döneceği belirleyicidir. Böyle söyleyince idam cezası söz konusu olduğunda ceza ve birey arasında ilişkiyi yeniden tanımlamak gerekmektedir. Tarihsel gelişimine bakıldığında idam cezasının, fail bireyle birlikte toplumdaki diğer bireylere verdiği mesajlarla anılması daha doğru olacaktır. Ölüm cezası tarihsel süreçte hem fail açısından infazı hem de o infazın nasıl gerçekleştiğinin diğer bireyler açısından korkutuculuğu önemli olmuştur.

Bu cezanın ortaya çıkması oldukça eskiye gitmekte olup milattan önce iki binli yıllara dayanmaktadır. Organize olmuş ilk şehir devletleri ve sonrasında ortaya çıkan kadim imparatorluklarda bu ceza varlığını sürdürmüştür. Bu kadim döneme ilişkin olarak bu ceza ile ilgili olarak dikkat çeken iki durum vardır. Birincisi idam cezasını gerektiren durumların oldukça fazla olması ikincisiyse cezanın infaz şekilleri oldukça farklı ve çeşitlilik göstermekteydi. İkinci özelliğin taşıdığı temel dürtü gelecekte suç işlemeyi düşünenler için özellikle caydırıcı olma niteliği göstermektedir.

2.1. Eski Mısır’da: Mısır da tanrıya Firavuna yönelik her türlü saldırı içerir girişimin sonucu, kadının zina yapması, aile bireylerine karşı suçların cezası idam cezası olurdu. İnfaz şekli olarak zina edenin yakılması, aile bireylerinin öldürülmesi durumunda dikenlere atılmak veya derisinin yüzülmesi şeklinde olurdu. 

2.2 Mezopotamya’da : Babil hükümdarlarından Hammurabi yasalarında ölüm cezası ile ilgili geniş bir alan vardı. İnsanlara karşı işlenen suçlardan kadının zinası, adam öldürmek, inanca karşı suçlardan büyücülük, rahiplerin yoldan çıkması, mülkiyete karşı işlenen suçlardan hırsızlık, çalıntı malı saklamak, haydutluk gibi suçlara ölüm cezası verilirdi. Suda boğma, ateşe atma, kazığa oturtma gibi daha ner belirlenmiş infaz şekilleri mevcuttu. Diğer kadim devletlerden farklı olarak öne çıkan suç şekli mülkiyete karşı suçlarda da idam cezası söz konusu olmasıydı. 

2 3. Eski Yunanlılarda: Bu toplum da birçok eylemin karşılığını ölüm cezası olarak belirlemiş ve uygulamıştır. Bilindiği üzere Eski Yunan toplumu birçok site devletinden oluşmakta idi. Devlete karşı suçlar, casusluk, askerlikten kaçma, dine karşı bir takım suçlar, kalpazanlık, kişilere karşı işlenen suçlar, kasten adam öldürme, çocuk düşürme ve erkeğin evli kadınla zina etmesi gibi suçlara karşı ölüm cezası veriliyordu.

2. 4. Eski Türklerde: Tarih sayfasında kurulan ilk Türk Devleti’nin Hun devleti olduğu bilinmektedir. Eski Türklere ait çok fazla kaynak bulunmamakla birlikte Çin kaynaklarında komşulardan bahsetmesi, Bizans kaynaklarında geçen bazı bilgiler ve Orhun abideleri bu dönem hakkında bilgi kaynaklarıdır. Örneğin; Çin kaynakları Hun Devleti’nin ceza kanunlarından bahsederken, birisine kılıç çekenin öldürüleceğini belirtir. Yine büyük suçlara karşı ölüm cezası verildiği bu kaynaklarda yer almıştır.

2.5.Ortaçağ Dönemi: Ölüm cezası Franklarda sadece kamu düzenine ve özellikle krala karşı işlenen suçlarla sınırlandırılmıştır. Mutlak monarşiler döneminde dinsel suçlar ve özellikle mezhep davalarına uygulanmıştır. Aydınlanma Çağı öncesi dönem olarak nitelendirilen bu dönemde ölüm cezası en bilinen ve yararlanılan ceza olmuştur. Hatta daha etkili ve caydırıcı olması için ölüm cezası çeşitli işkence metotları ile desteklenmiştir. Bu dönemin sonuna doğru Rasyonalist ve Hümanist akımların güçlenmesi ile aynı zamanda Rönesans – Reform hareketleri idam cezasını tartışılır kılmıştır. Bu dönemden sonra meşruiyeti tartışılmaya başlamıştır.

İdam cezasına dair farklı bir bakış açısının ortaya çıkması için Aydınlanma Çağına kadar beklemek gerekmiştir. Bu dönemin en çarpıcı özelliği, “cezanın özüne” olmayan itirazlarla gelişen bakış açısı olmuştur. Ölüm cezasının gerekli olduğunu düşünüp kötü kullanılmasına dair itirazlardan oluşan yeni bir bakış açısı geliştirilmiştir. Ölüm cezasının sınırlı bir kullanım alanı olmalı ve sadece en korkunç suçlar için uygulanmalıydı. Bu dönemde kimi yazarlar bu cezanın uygulanmasından beklenen amaçlara ulaşılamamış olduğu ve bu yüzden de bu ceza yerine müebbet habis ceza uygulanması gerektiğini söylemişlerdir. Bunlardan biri de Beccaria’dır.

İnsan zihninde en büyük etkiyi yapan şey cezanın şiddeti olmayıp cezanın müddetinin uzunluğudur. Çünkü hassasiyetimiz şiddetli ve geçici duygulardan çok nispeten hafif fakat devamlı duygularla daha kolay ve daha uzun süre tahrik edilir. Bu nedenle bir caninin öldürülmesinden ziyade bütün hayatı boyunca hürriyetinden mahrum edilerek topluma verdiği zararı gidermek için çalıştırılması, suçları önlemeye yarar.

Beccaria sadece sanat alanında değil siyasal hayatta da önemli bir dönüşüme sebep olmuş, birçok ülke ceza kanunlarından ölüm cezasını çıkartmış (Rus Ceza Kanunu – Avusturya Ceza Kanunu) ya da bazı ülkelerde ölüm cezasını gerektiren suçları azaltma yoluna gitmiştir. ( 1791 tarihli Fransız Ceza Kanunu)

Bu cezaya dair sonraki önemli gelişme ise Liberal düşünce hareketleri ile olmuştur. Ölüm cezasının uygulanmasında en gaddar yöntemler İngiltere’de sahne almaktaydı. Kanlı Yasalar denilen bu sistem de 200’den fazla suçun cezası idamdı ve idam cezası 7 yaşındaki çocuklara kadar uygulanabiliyordu. İngiltere’de liberal akımların etkisi ile idam gerektiren suç sayısı 4’e kadar indirilmiştir. (Vatana ihanet – adam öldürme – Korsanlık – Kasıtlı yangın çıkartma.)

İdam cezasının kaldırılmasını geciktirici unsurları analiz etmek gerekirse 20. Yüzyılın başlarına bakmak gerekmektedir. Bu dönemdeki etkin akımlardan olan pozitivizmin ortaya attığı düşünceler önemli olmuştur. Doğuştan suçlu – mükerrer suç – ıslahı kabil olmayan suçlar gibi düşünceler idamın kaldırılması fikrini oldukça olumsuz etkilemiştir. Bu yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren dünyada egemen olan otoriter akımlar ve yönetimler bu cezanın uzun yıllar ceza hukukunda yer almasına sebep olmuştur. Otoriter yönetimlerin iktidar olmasıyla Almaya ve Avusturya da idam cezası tekrar sisteme girmiştir. Bu yüzyılda bu cezada tekrardan geri adımların atılması ise ikinci dünya savaşının sonuna tekabül etmektedir.

3. İNANÇ SİSTEMLERİNDE İDAMIN YERİ

3.1.Musevilik: Yahudi hukuku ve geleneksel kuralların bütünün Tora’yı oluşturur ve Tora'da 613 emir  vardır. Bu emirlerden halen uygulanabilir olanların sayısı 300'den azdır. Hukuk tarihinde de önemli olan bu dinde bazı suçlar için ölüm cezası öngörülmüştür. Yahudi hukukunun en önemli ayırt edici özelliği kısas cezasıdır. Konuyla ilgili Tevrat’ta adam öldürmenin, zina eden nişanlı kadının veya bakire olmadığını gizleyen kadının  cezası ölümdür. Ölüm cezasının daha cinsiyetçi belirlendiği görülmektedir.                                                                        

3.2.Hristiyanlık : Bu konuda Hristiyanlık dini süreç içinde derin bir değişim geçirmiştir. Başlangıç itibariyle ölüm cezasına karşı olan kilise zaman içinde siyasallaşma ve iktidarda söz sahibi olmasıyla birlikte idam cezasına kendi sistemi içinde yer açmıştır. Hristiyanlık bu süreçte ölüm cezasını ızdırap çeken ruhun temizlenmesi, huzura kavuşması olarak değerlendirmiş, ölüm cezası suç işleyen ruhun rahatlatılması fikri ile meşrulaştırılmıştır. İnanç sistemi ve kutsal kitapta buna dair net bir emir bulunması farklı yorumların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İnanç önderleri ölüm cezasına yer açabilmek için  “öldürme yasağını” “Masum insanı öldürme” yasağı olarak yorumlamışlardır. Dolasıyla ölüm cezasına mahkûm olanlar masum insanlar olmadığı için öldürülmelerinde de sorun olmayacaktır. Hristiyanlık geniş kitlere yayılıp devlet dini olduğunda öldürme yasağına dair istisnalar getirmiştir. Günümüze gelindiğindeyse Papa Jean Paul II ölüm cezasının zalimane ve gereksiz bir ceza olduğunu belirterek net bir tavır almıştır.

3.3.İslamiyet : İslam inancı da Hristiyanlık gibi yaşama hakkını kutsal gören bir kabul olsa da bunun istisnaları mevcuttur. Ve bu istisnalar zaman içinde siyasallaşarak genişlemiştir. Kur’an-ı Kerim’de  da can almak değil “Haksız yere” can almak kınanmış ve günah olarak görülmüştür. Öne çıkan ceza şekli ise Kısastır. Ölen kişinin mirasçılarının katili öldürtmesidir. Bu cezaya ek olarak zaman içinde gerçekleşen devletleşme ile birlikte devlet ve menfaati için öldürme yetkisi de tanındığı söylenebilir.

İslam hukukunda idam cezasının infazına dair temel bir hadisten hareketle “Kısas ancak kılıçladır” kabulü söz konusudur. Böylece ölüm cezası kişiye işkence edilmeden infaz edilmiş olmaktadır.

4. ÖLÜM CEZASININ İNFAZ USULLERİ

Yukarıda kısaca bahsettiğimiz üzere insan haklarının gelişme serüvenine paralel olarak ölüm cezasının meşruluğu ve infazı da değişiklik göstermiştir. Bu yöntemlerin en bilinenleri ve günümüzde de uygulanmasına devam edilenlerden bazıları; çarmıha germe, kazığa oturtma, derisini yüzme, diri diri toprağa gömme, suda boğma, diri diri kaynatma, hayvanlara yedirme, okla vurma, giyotin, kurşuna dizme, baş kesme, gaz odasında hidroklorik gaz verme, daha çok Amerika’da uygulanan iğne yöntemi, elektrikli sandalye ile infaz yöntemleridir. 

Görüleceği üzere adalet, suç ve ceza, demokrasiler değiştikçe ölüm cezasının infazı da acılı olmaktan çıkarılmakta ve insan onuru infaz aşamasında da korunmaya çalışılmaktadır.

Günümüzde daha çok tercih edilen idam yöntemleri ip ile asma, elektrikli sandalye ve iğne ile infaz yöntemleridir.

5.ÖLÜM CEZASINA KAYNAK OLAN AMAÇLAR VE ÖLÜM CEZASININ HEDEFLERİ

Ceza ile amaçlanan durumları kısaca özetlemek gerekirse, kişinin toplumdan uzaklaştırılarak yeniden suç işlemesini önleme, suçluyu rehabilite edip topluma kazandırma, suç işleyen ve gelecekte suç işleyebilecek kişisiler açısından caydırıcılık, suçlunun hak ettiği kefareti ödetme. Ceza ile amaçlanan durumlar düşünüldüğünde idam cezasına temel oluşturacak amaçlar suç işleyen ve gelecekte suç işleyebilecek kişisiler açısından caydırıcılık, suçlunun hak ettiği kefareti ödetme amacını kaynak alır. Suçlunun hak ettiği kefareti ödeme fikri oldukça ilkel bir durum olup modern toplum öncesi bir dürtüyü işaret eder. Günümüz toplumsallığında devletin ölüm cezası  ile hedeflediği durumlara esasta kaynak olamayacak bir bireysellik taşır. Bu cezanın varlığını hala devam ettirmesindeki temel kaynak noktası suç işleyen ve gelecekte suç işleyebilecek kişisiler açısından caydırıcılıktır. Bu durum gelişmişlik durumu dikkate alındığında devletlerin atamadığı bir savunma mekanizmasından kaynaklanır o da “Devletin Beka” sorunsalıdır. Türkiye’de dahil bu cezayı uygulamış ve hala uygulamaya devam eden devletlerde bu cezanın çoğunlukla uygulama alanı “Devletin kişiliğine karşı suçlar”dır. Tekrar başa dönersek devletin varlık nedeni tarif edildiğinde bireyi koruma, yaşatma üzerinedir. Bu yanıyla düşünüldüğünde ölüm cezası ile amaçlanan ceza politikası yukarıda bahsettiğimiz devletinin temel varlık nedeni ve amaçlarıyla çatışmaktadır.

5.1.İdam cezası taraftarı yaklaşımlar ve karşıtları

5.1.1.Zaruri ceza fikri

Bu fikre dair en eski görüş ilahi öcün hüküm sürdüğü süreçte ölüm cezasının haklılığı savunulmuştur. Ölüm cezasının haklılığını toplumun genel yararı gerektiğinde suçlunun hayatının yol edilmesini kamu yararı için kamulaştırma teorisi ile izah etmiştir. 

Vera’nın fikrine göre acı kan ve ölüm milletlerin hayatlarında önüne geçilmez bir durumdur. Ferri ölüm cezasını “Ölüm cezası tabiyatta mevcuttur. Bunun hukuka kati surette ayrı olduğu söylenemez.” 

Bu fikrin temelinde devletin toplum huzurunu sağlaması gerektiği ve bunun içinde çeşitli cezalandırma yöntemleri olması gerektiği fikri vardır. Eğer işlenen suçlar çok ağır suçlar ise devlet bu cezayı yani ölüm cezasını uygulaması gerekir. Bu toplumun üstün çıkarları için gereklidir.

Bu fikre dair en büyük eleştiri, toplum insana hayat vermediği için ne suretle olursa olsun onun hayatını da elinden almaya yetkili değildir. Zaruret kavramının ampirik ve faydacı olduğundan bahisle böyle bir kriterin bu kadar ağır bir cezayı meşru kılamayacağı söylemektedirler. Zaruret kavramı değişken olup böyle kaygan bir kavramla ölüm cezasının izah edilmesi çok da mümkün değildir.

5.1.2.Meşru müdafaa fikri

Meşru müdafaa hukuk sistemi içinde haklı bir mekanizma olduğu için toplumda suçluya karşı meşru müdafaa hakkını kullanması gerektiği fikrinden hareket eder. Bireyin meşru müdafaası ile toplumun meşru müdafaasının aynı şey olduğunu savunur. Ölüm cezasını savunan Aaint Thomas d’Aquin’e göre toplum varlığını sürdürmek için bütün haklara sahip olmalıdır. Kangren olmuş bir uzuvdan kurtulması da buna dahildir.

Rousseau ve Montequieu da toplumun koruması açısından ölüm cezasını savunanlar arasında olmuşlardır. Rousseau “Toplum anlaşmasının gayesi anlaşmayı yapanların korunmalarıdır.” Fikirlerinin devamında bu toplumsal anlaşmayı bozan kişinin toplum çıkarları gereği cezalandırılması gerektiğini söyler.

Bu fikrin karşısında duranlar; ne olursa olsun topluma karşı suç işleyen kişi toplum karşısında her zaman çok zayıftır. Meşru müdafaa da taarruz ile müdafaa arasında “Derhal unsuru” toplum için mevcut değildir. O yüzdendir ki bu teori yani meşru müdafaa durumu oldukça zorlama bir teoridir. Suçun işlenmesi ile toplumun varlığının tehlikeye girdiğini düşünmek mümkün olmamakla işlenen suç sadece toplumun huzurunu bozmuştur ceza da bu huzuru iade için verilmelidir.

5.1.3.Tabiat kanunu fikri

Ölüm cezasını ıslahı imkânsız bir suçlunun toplumdan atılması olarak görürler. Bu yüzden bu bir doğa kanunu gibidir. Mekanizma kendine uygun olmayanı dışarı atar ve dışlar. “Bünyeye uygun olmamak, ıslahı mümkün olmayan suçlu çeşidinin mevcut olduğunun kabulünü icap ettirir ve toplumdan atılma kati olmak zorundadır. Temel de ölüm cezası karşıtı olan klasik okul taraftarları yalnız toplumu savunmanın gerekli olduğu durumda bu cezanın kabul edilmesini ileri sürmektedirler. Pozitif okul cezanın tek gayesini toplumu korumak olduğunu kabullendiğinden ölüm cezasını da bu açıdan değerlendirmişlerdir. Bu teorinin özünde düzelmesi imkansız suçlunun kesin olarak toplumdan atılması fikri vardır. Darwin kuramına dayandırılan bu görüşe göre ölüm doğada vardır. ölüm cezası olağan dışı değildir.

Bu teori karşıtları bu düşünceyi eleştirirken ilk önce “Tabiat Kanunu” terimini belirsiz bulur. Bu kavramla kendini haklı çıkarma gayesinden başka bir şey olarak görmemektedirler. Darwin’in teorileri ile hukuksal görüş yaratmayı anlamsız bulmaktadırlar. Ayrıca ıslahı mümkün olmayan suçlu tanımı da ispatlanmış bilimsel bir gerçek değildir. Bir kabulden hareketle oluşturulmuş bir kavramdır. Bu kavramdan hareketle ölüm cezasının haklılığını savunmak hatalıdır.

5.1.4.Genel önleme fikri

Cezanın en temel işlevi gelecekte suç işlenmesini engellemektir. Bu suçu yaptırımlarla doğrudan engelleme şeklinde olduğu gibi eğitim sonucu kişiyi suça bulaşmasını da engelleme şeklinde de olabilmektedir. Caydırma fikri üç grup suçluda toplanır. Müebbet hapis cezası almışların cezaevinde yeni suçlar işlemesi. Müebbet ağır hapsi gerektiren suçlar işlemiş ama yakalanmamış kişiler ve şiddet yöntemini benimsemiş ihtilalciler için ölüm cezası dışında başka bir yaptırım bulunmadığı fikrinden hareket eder. Bu fikri savunanlar ceza ile amaçlanan sadece ıslah değil aynı zamanda önleme ve korkutma olduğunu savunurlar. Bu korkutma ve önleme içinde en etkili ceza ölüm cezasıdır. Öyledir ki ölüm cezasının olması suçluyu suçtan vazgeçirecek yegâne ceza şeklidir.

Bu teoriye dair eleştiriler; suçluluk cezalarda değişiklikle değil sosyal sebeplere ve devirlere göre değişmiştir. Bu sebeple ölüm cezasının suçlara etkisi gerçeğe uygun değildir. Ölüm cezasının varlığı ile cezaların azaldığında dair ispatlanmış herhangi bir istatistik mevcut değildir. Korkunun hiçbir zaman insan ihtirasını yenemediği savunmuşlardır. Ayrıca her suçlu hiç yakalanmayacağını düşünerek hareket eder ve bu yüzden de cezayı düşünmesine yani ölüm cezasını aklından geçirmesine sebep yoktur.

  1. Kefaret esası fikri

Kefaret teorisine göre her türlü fayda ve zaruret kavramları dışı bir durumdur ölüm cezası. Bir kimse başkasını tasarlayarak öldürmüşse cezası ölümdür. Fail kendisinin ihlal ettiği bir haktan kendisinin faydalanmasını isteyemez görüşüne dayanan bir anlayış söz konusudur. Bu yaklaşım caydırıcılık ve rehabilitasyon gibi cezanın suçları üzerinde durmaz. Kefaret teorisi geçmişe bakarak tezini geliştirir. Bu teorinin mimarları Emmanuel Kant’tan etkilenmişlerdir. Kant’a göre “Ölüm cezası aklın bir emridir. Kısas gereğince uygulanır çünkü kana karşı işlenen suç anca kanla önlenebilir.” 

Bu teorinin karşısında duranlar; modern anlamda suç ve cezanın denkleştirilmesinin medeni bir toplumda yeri olmadığını belirtirler. Ölüm cezası aslında ilkel toplumlarda kısasın hüküm sürdüğü bir modelin devamıdır. Cezanın esas amacı kefaret değil mahkumun ıslahıdır. İntikam cezanın amacı olamaz.

  1. ÖLÜM CEZASININ ELVERİŞSİZ OLMA SEBEPLERİ

Ölüm cezasının ceza yasalarından çıkarılıp çıkarılmaması her zaman tartışılagelmiş bir konu olmakla beraber, en büyük tartışmalar 1764 yılında Becceria’nın ölüm cezasının kaldırılması fikrini açıklamasından sonra başlamıştır. Günümüzde hala tartışılan bu konuya karşı eleştirel ve insan hakları çerçevesinde baktığımızda ölüm cezasını savunan fikirlerin ileri sürdüğü argümanların ölüm cezasının infazı ile gerçekleşmediğini söylemek zor olmayacaktır. Yüzyıllardır uygulanan ölüm cezasına rağmen suç işlenmeye devam etmektedir.  Ancak tek sebep suçun önlenmesi de değildir. Birkaç başlık altında genel olarak ölüm cezasının elverişsizliğinden bahsetmek konu açısından zaruridir. Şöyle ki;

1.Ölüm cezası meşru değildir.Her ne kadar bu ceza kamu adına uygulanıyorsa ve toplum düzeni açısından tabi gerekli olduğundan yola çıkılarak uygulanması meşru kabul ediliyor ise de insana hayatı toplum vermemiştir. Bu sebeple de ölüm cezası ile ortadan kaldırmaya hakkı yoktur. Her ne kadar aynı şey hürriyeti bağlayıcı ceza için de söz konusu ise de yaşam hakkı ile bir tutulmayacağı aşikardır.

2.Ölüm cezasının en önemli gayelerinden olan ıslahın, faillerin infazı ile  gerçekleşmediği görülür. Bu iddiaya karşıt olarak hürriyeti bağlayıcı cezaların da tam anlamı ile ıslahı gerçekleştirmediği söylenmektedir.

3.Bu cezanın telafisi mümkün değildir. İdam edilmiş bir kimsenin hükmünde adlî bir hatanın olduğu anlaşıldığı takdirde, hayatını iade etmek, yani hatayı tamir etmek mümkün değildir.

4.Bölünebilme ve derecelendirilememesi dolasıyla ölüm cezası adil bulunmamaktadır. İyi bir ceza içeriği belirlenen cezadır. Ölüm cezası bu kriterde bir ceza değildir.  

5.İyi bir cezada eşit tatbik imkânı mevcut olmalıdır. Ölüm cezasının hükmedilmesinde başka eşitsizliklerin mevcut olduğu ortadadır. Hem cezanın verilmesinde hem de infaz aşamasında eşitsizlikler mevcuttur. Aynı fiilin faiillerine farklı zamanlarda birine hapis cezası diğerine ölüm cezası verilmesi gibi bir durum söz konusu olabileceği gibi, iki ölüm cezası almış mahkûmdan biri infaz edilirken, bir diğerinin infaz edilmediği tarihsel süreçte görülmektedir.

6.Cezanın halk vicdanında tepki yaratmadan infazı gerekir. Özellikle zaman içinde toplumun insan haklarına saygı seviyesinin artması veya değişen siyasal görüşler nedeni ile yıllar önce infaz edilmiş bir ölüm cezası toplumun vicdanında yer edebilir, haksızlık inancı doğurabilir. Bu hem adalaet hem de devlete duyulan güveni sarsacak bir hal alabilir.

7.MODERN ÇAĞDA İDAM CEZASI, İNSAN HAKLARI  VE SİYASAL SUÇLAR AÇISINDAN KONUNUN TARTIŞILMASI

Yaşam hakkının amacı bireyi doğal olmayan ölümlere karşı korumaktır. Çalışmamızın başında da bahsettiğimiz üzere her ne kadar haklar arasında bir hiyerarşi yaratmak öze aykırılık is ede yaşam hakkı olmadığında diğer haklardan bahsedilemeyeceği için en temel haktı. Dolayısı ile yaşam hakkının devlet tarafından hem kendisine, hem 3. Kişilere ve hem de kişinin kendisine karşın korunması korunması gerekmektedir.  Dolayısı ile de hak ihlali vuku bulduğunda devletin yaşam hakkını koruyamamasından sorumluluğu söz konusudur.

7.1.AİHM içtihadına göre yaşam hakkının korunmasında devletin yükümlülüğü

Yaşam hakkı hukuk devleti olmanın ve insan haklarına saygılı devlet olmanın da bir gereğidir. Günümüzde demokrasiler birçok alt başlığa saygılı devletlerin varlığı ile şekillenmekte ve uluslararası alanda devletlerin saygınlığı da buna göre belirlenmektedir. Dolayısı ile yaşam hakkı katı olarak yorumlanmalı, koruma alanının çerçevesi geniş tutulmalıdır. Yaşam hakkı bilindiği üzere AİHS gereği olağanüstü hallerde dahi askıya alınamayacak bir haktır. Bu özellik bahsettiğimiz üzere yaşam hakkının diğer tüm haklara nazaran asli niteliğinin de göstergesidir.Yaşam hakkına verilen bu değerin sonucu olarak devletin yaşam hakkının korunması bakımından doğan sorumluluğu sadece Sözleşmedeki 2. maddenin 1. fıkrasında ifade edilen yaşamı kasten yok etme yasağı ile sınırlı değildir. Devlet aynı zamanda ihmalle ya da ağır kusurla insan yaşamının ihlal edilmesi riskine yönelik olarak caydırıcı etkiye sahip olacak etkin önlemler almakla da yükümlüdür.

Yaşam hakkının istisnaları olarak ifade edilen durumlar AİHS’nin 2. maddesinin 2. fıkrasında sıralanmıştır. Maddenin 2. fıkrasında, kişinin yaşamına belirli durumlarda son verilmesinin Sözleşmeye aykırılık oluşturmayacağı belirtilmiştir. Buna göre, bireylerin yasadışı şiddete karşı korunması, tutuklunun kaçmasının önlenmesi ve bir ayaklanmanın yasal olarak bastırılması amacıyla kişinin yaşamına son verilebilir. Ancak burada da dikkat edilmesi gereken yine meşru, orantılı ve makul kuvvete başvurulmuş olmasıdır. Aksi takdirde bu istisnalarda da yaşam hakkının korunmasında devletin yükümlülüğünü ihlal ettiği kabul edilecektir.

 

AİHM, McCann/İngiltere kararında yaşamdan yoksun bırakmanın meşru kabul edildiği durumları belirten 2. maddeyle ilgili olarak istisna durumların dar yorumlanması gerektiğine hükmetmiştir.

AİHM tarafından yaşam hakkı açısından devletin negatif sorumluluğu kapsamında değerlendirilen bir başka alan, kolluk güçleri tarafından 2. maddenin 2. fıkrasındaki istisnalar kapsamındaki kriterlere uygun olarak gerçekleştirilen operasyonlarda sivil ölümlerinin gerçekleşmesidir. McCann/Birleşik Krallık, Gül/Türkiye, Oğur/Türkiye kararlarına göre, kolluk kuvvetlerince düzenlenen operasyonlarda kolluk mensuplarının kişisel hataları olmasa bile, operasyonun planlanmasında yaşam hakkına ilişkin risklerin en aza indirgenmesi yolunda eksik ya da yanlış uygulamaların sonucunda sivil ölümleri gerçekleşmişse devletin negatif sorumluluğu söz konusu olacaktır. Bu kararlar bağlamında sözleşmeye uygun gerçekleştirilen bir operasyonda çevre trafiğe kapatılmamış ve yoldan geçen sivillerin ölümü söz konusu olmuş ise, etkin ve gerekli önlemler alınmadan operasyon yapıldığı için devletin yaşam hakkı ihlalinden sorumluluğu doğacaktır.

 

7.2.Siyasi suçlar açısından ölüm cezasının tartışılması

İdam cezasının modern çağda varlığını devam ettirmesi ya da idam cezasının kaldırmış olmasına rağmen tekrardan bu cezanın gündeme taşınmasında en çok öne çıkan sebep devletin kimliğine karşı işlenmiş suçlar da sistemin kendini koruma refleksi yatmaktadır. Bu duruma yani siyasal suça dair neyin “siyasal” olduğu tartışmalıdır. Kişinin hangi saiklerle hareket ettiğini sorgulayan sübjektif sistem bu suçunun etki alanını genişletirken hakkın ve menfaatin mahiyetini esas alan siyasi suç tasnifi olan objektif sistemse suçu dar bir şekilde yorumlamıştır. Daha sonra da bu iki teorinin karması “Karma” sistem eklenmiştir. Siyasal suçun net bir tanımını yapmak mümkün olmasa da siyasal iktidarın ele geçirilmesini, kullanılmasını veya siyasal iktidara etki edilmesini sağlayan hukuka aykırı eylemler olarak kabul edilebilir.

Siyasi suç ve ölüm cezası arasında genellikle kamuoyunun rahatlatılması üzerine de işleyen bir yan vardır. Ölüm cezasının kaldırıldığı ülkelerde sık sık cezanın yeniden yasalara alınması tartışmalarının yaşanmasında kamuoyunun bunu talep etmesi ve siyasal süjelerin de bunu bir siyaset argümanı olarak görmesi önemli bir etkiye sahiptir. Burada tartışılması gereken önemli birkaç nokta mevcuttur. Bunların başında “Kamuoyu” denilen durum zaman içinde paradoksal değişmelere gebe bir içerik taşır. Bugün idam için yoğun baskı oluştursa da gelecekte bu kararın çok yanlış olduğu yönünde tavır alması kuvvetle muhtemeldir. Diğer bir noktada siyasal suçların taşımış olduğu belirsizliktir. Hem faili hem de suçu araştırmak gerekmektedir. Bu külfetli ve bir süre sonra kamuoyu içinde belirsizleşen ve kafa karışıklığına sebep olan bir durum arz eder. Modern çağda siyasal suçları aşan bir kamuoyu beklentisi doğmuştur. Özellikle ülkemizde toplum vicdanını derinden sarsan özellikle çocuklara karşı işlenen cinsel suçlar, kadına yönelik canice hislerle gerçekleştirilen cinayetler sonrasında kamuoyunun tartıştığı ilk şeylerden biri ölüm cezası olmaktadır.

8.TÜRKİYE’DE ÖLÜM CEZASI

Türkiye’de bu cezanın varlığı derin etkilere sahiptir. Siyasal arenada sağ ve sol cenahta hiç bitmeyen derin izler mevcuttur. Türkiye çok uzun yıllar ceza kanunun bur ceza olmasına rağmen cezanın infazı söz konusu olmamıştır. Yine de 2001 yılına gelinceye kadar bu cezanın kaldırılması konusunda herhangi bir adım atılmamıştır. Bu durumun temel sebeplerinden biri de siyasal aktörlerin bir şekilde bu silaha gelecekte ihtiyacı olma olasılığından kaynaklanmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nde 1920'de Meclisin kuruluşundan, 1984'te ölüm cezalarının fiilen kaldırılmasına kadar geçen 64 yıllık dönemde, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından onaylanan ve infazı gerçekleştirilen ölüm cezası kararı sayısı 712'dir. Bunlardan 15'i kadın hükümlüdür. Ancak bu rakama İstiklal Mahkemeleri'nin, Meclis’i devre dışı bırakarak aldığı idam kararları dahil değildir. Meclise gelmeden İstiklal Mahkemeleri tarafından verilen en az 1500 - 2000 civarında idam kararı bulunduğu tahmin edilmektedir. 

Prosedüre göre mahkemeler tarafından verilen idam kararları Yargıtay’da onaylandıktan sonra Meclis’e gönderiliyordu. Meclis’in de idam kararını onaylaması halinde ölüm cezaları infaz ediliyordu. İnfaz kurallarına göre ölüm cezası hükümlünün mensup olduğu din ve mezhebin hususi günlerinde yerine getirilmiyor, hamile kadınlar doğum yapana kadar, akıl hastalığı tespit edilenler akli dengesi düzelene kadar idam edilmiyordu. 18 yaşından küçükler ve 65 yaşından büyükler hakkındaki ölüm cezası infaz edilmiyordu.

İnfazlar 1965 yılına kadar gündüzleri ve halkın izleyebilmesi için alenen ve belirli noktalarda İstanbul’da Sultanahmet Meydanı’nda, Ankara’da Samanpazarı’nda gerçekleştiriliyordu. 1965 yılında İnfaz Kanunu’nda yapılan düzenlemeden sonraki infazlar cezaevi avlularında, güneş doğmadan önce, gizli olarak yapılmıştır. Askeriyeye bağlı bir kişinin askeri suçtan dolayı aldığı ölüm cezası kurşuna dizilerek infaz edilirdi. Örneğin; Şeyh Said İsyanı ile bağlantıları olan Albay Cibranlı HalitMolla AbdurrahmanYusuf Ziya BeyTeğmen Ali Rıza BeyFaik Bey kurşuna dizilerek idam edildi.

1920–1961 yılları arasında 11’i İstiklal Mahkemeleri tarafından olmak üzere toplam 16 milletvekili idam edilmiştir.

Cezanın verilmesi aşaması, Uygulamada ölüm cezasını içeren hüküm onanarak kesinleştikten sonra dosya Yargıtay Başkanlığınca Adalet Bakanlığına gönderiliyordu. Adalet Bakanlığı hükümlü hakkında ölüm cezasının yerine getirilmesine dair bir kanun tasarısı hazırladıktan sonra söz konusu tasarı Bakanlar Kurulu teklifi olarak Meclis Başkanlığına intikal ediyor ve Meclis Başkanı dosyayı Adalet Komisyonuna gönderiyordu. Komisyon tarafından incelenen ve geçen tasarı, Meclis Genel Kurulu'na sevk edildikten sonra eğer Meclis ölüm cezasının yerine getirilmemesine karar verirse hükümlü hakkında yararlanma durumu doğuyordu. Eğer ölüm cezasının yerine getirilmesi kabul edilmişse ilanından sonra durum hükümlünün bulunduğu cezaevi nezdindeki Cumhuriyet Savcılığı'na bildiriliyordu. Ölüm cezasının ilamı da diğer mahkûmiyet ilamlarında olduğu gibi ilamat defterine kaydediliyordu. Daha sonra Cumhuriyet savcısı hükmün infazında tereddüt, tavzihi gerektiren bir husus veya hükümlü yararına kanun yollarına başvurulmasını gerekli kılan hukuki noksanlık bulunup bulunmadığını araştırıyordu. Eğer böyle bir durum varsa ilam, mahkemesine iade ediliyordu. Böyle bir durum bulunmadığı takdirde infazla ilgili hususlar inceleniyor ve varsa eksikler gideriliyordu.

Cezanın infazı, Türkiye Cumhuriyeti'nde ölüm cezası Türk Ceza Kanunu'nun 15 Temmuz 1953 yılında Resmi Gazete'de yayımlanan 6123 sayılı "Türk Ceza Kanununun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun" ile değiştirilen 12. maddesine göre asarak infaz ediliyordu.

Hükümlünün cezasının infazında mahkeme heyetinden bir kişi, cumhuriyet savcısı, doktor, zabıt katibi ve hapishaneler idaresi memurlarından bir kişi hazır olarak şekilde hükmün okunması suretiyle infaz olunuyordu. Hükümlünün mensup olduğu dinin bir ruhani görevlisi, avukatı, infazın gecikmemesi güvenlik ve düzenlik yönünden bir sakınca bulunmaması koşulu ile aile fertlerinden biri, hükümlü yabancı uyruklu ise konsolosu infaz yerinde bulunabiliyordu. Bu kişiler dışında, gardiyan, jandarma ve polis de infaz yerinde bulunabilirdi.

Hükümlü, anne veya babasını öldürmek suçundan hüküm giymiş ise infazın gerçekleştirileceği yalınayak, başı açık ve siyah gömlek giydirilerek götürülüyor ve hüküm bu şekilde infaz ediliyordu.

Kanuna göre ölüm cezasına çarptırılan kişinin mensup olduğu din ve mezhebin özel günlerinde cezanın infaz edilmesi yasaktı. Hamile kadınlar açısından doğum gerçekleşmedikçe, akıl hastalığından muzdarip olanlar ise iyileşmedikçe cezanın infazı gerçekleştirilemiyordu.

Ceza İnfaz Tüzüğü'ne göre infazdan önce hükümlü, soyutlandığı yerden alınarak bir hücreye konuluyor ve infaza buradan götürülüyordu. İnfaz kapalı cezaevinde özel bir bölümde, diğer hükümlülerin göremeyecekleri bir yerde ve güneş doğmadan gerçekleştiriliyordu. Hükümlüler birden fazla ise infaz ayrı ayrı ve birbirlerini göremeyecekleri şekilde yapılıyordu.

İnfaz öncesinde hüküm usulen mahkeme heyetinin seçip gönderdiği hakim tarafından okunuyordu. Ayrıca teamül olarak mahkeme üyesi veya din adamı tarafından veya ayrı ayrı hükümlünün son sözü soruluyordu.

Cezanın infazından sonra doktor tarafından hükümlünün ölmüş olduğu tespit ediliyor ve infaz yerinde hazır bulunanlar bir tutanak düzenleyerek imzalıyorlardı. İnfazdan sonra hükmün özeti; hükmün verildiği yerde, cürümün işlendiği yerde, hükümlünün en son ikamet ettiği mahallenin uygun yerlerine asılarak ilan ediliyordu. Cenaze, merasim yapılmadan mirasçılara teslim ediliyor, eğer mirasçı bulunmuyor veya kabul etmiyorsa belediye tarafından gömülme işlemi tamamlanıyordu.

Ölünün kişisel eşyaları mirasçılarına, yabancı uyruklu ise bağlı bulunduğu devletin konsolosluğuna, bunlar yoksa yerel sulh hâkimine teslim ediliyordu.

Son olarak 25 Ekim 1984'te Hıdır Aslan'ın idam edilmesinden bu yana Türkiye Cumhuriyeti'nde idam cezası uygulanmadı. Ekim 1984'ten itibaren mahkemeler tarafından verilen ölüm cezaları Meclis’te onaylanmadığı için infaz edilmemiş, 1991 yılında çıkarılan bir afla 500 civarında ölüm cezası dosyası, 10 yıl ağır hapse dönüştürülmüş ve 2002'deki yasayla da fiilen uygulanmamış olan tüm idam kararları, ömür boyu hapse dönüştürülmüştür. Bunlar arasında, Abdullah Öcalan'ın Öcalan Davası sırasında 29 Haziran 1999'da çarptırıldığı, 25 Kasım 1999'da Yargıtay tarafından onanan ölüm cezası da vardır.

İdam cezasının kaldırılmasına dair süreci izlediğimizde iki durum karşımıza çıkar. Bunlardan birincisi siyasal arenada olanların ceza hukukuna yansıması diğeri de öğretide bu cezanın kaldırılmasına yönelik fikirlerdir.

Siyasal sisteme meydana gelen en önemli gelişme Avrupa Birliği uyum süreci ve diğer durumsa terör olayları ve bu bağlamda 2000li yıllarda meydana gelen gelişmelerle birlikte Amerika Birleşik Devletlerinin Türkiye arasında yürütülen müzakerelerin bu cezanın kaldırılmasında en temel etkiye sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Öğretide bu konu tartışıldığında daha çok bu cezanın uygulandığı dönemler olarak askeri müdahaleler döneminde uygulanmış olmasıdır. Tüm istatistiklere bakıldığında bu cezanın yavaş yavaş ihtiyaç olmaktan çıktığı görülmektedir. Askeri müdahaleler dönemi hariç bu cezanın infaz edilmemesi fiilen bu cezanın ortadan kalktığını göstermektedir. Ölüm cezası önce 2001'de savaş tehdidi ve terör suçları halleri dışındaki suçlar için kaldırılmış, 3 Ağustos 2002'de "Savaş ve çok yakın savaş tehdidi hâllerinde işlenmiş suçlar hariç" şartı ile kaldırılmıştır. 7 Mayıs 2004 tarihli 5170 sayılı kanun ile anayasadan ölüm cezaları ile ilgili maddeler çıkarılmış, 14 Temmuz 2004 tarihli 5218 sayılı kanunla Türk Ceza Kanunu'ndan ölüm cezaları ile ilgili maddeler çıkarılmış, böylece ölüm cezası Türk Hukuku'ndan tamamen kaldırılmıştır.

Son olarak da bu konu hakkında entelektüel tartışmaların bu cezanın Türkiye’de kalkmasına katkı sağladığı da söylenebilir. Cezalandırmanın nitelikleri olarak “değişebilirlik, eşitlenebilirlik, aynı ölçütle ölçülebilirlik, tipik olma, ibret vericilik, tutumluluk, reformlara hizmet etme, ehliyetsizlik bakımından etkililik, tazminata hizmet edebilme, popülerlik ve tamir edilebilirlik olarak tanımlayan Bentham ölüm cezası karşıtı yazar ve düşünürlere, hukukçu ve siyasetçilere yol açmıştır.  Türkiye’de ölüm cezasının kaldırılması sürecinde uzun süre devam eden mücadelede de, öğretide sunulan görüşlerde faydacı görüşün izlerini bulmak mümkündür.

Son olarak Türkiye açısından yaşam hakkı ihlali ile ilgili verilen birkaç kararı aktarmak doğru olacaktır.

Kolluk kuvvetlerinin silah kullanması sonucu gerçekleşen ölümlerle ilgili olarak AİHM tarafından Türkiye aleyhinde sonuçlandırılan bazı davalarda ulusal mevzuat hükümlerinin yetersizliğine vurgu yapılmıştır. 2006 yılında verdiği iki kararda, tehlikeli sanıkların yakalanması sırasında başvurulacak kuvvet kullanımına ilişkin yasal ölçütlerin yeterli açıkta olmadığını değerlendirmiştir. AİHM içtihadında öngörüldüğü gibi kuvvet kullanımında 2. maddenin 2. fıkrasındaki istisnalar çerçevesinde, zorunluluk, orantılılık, kademelilik, uyarı yapılması, etkisiz kılma halinde güç kullanımının sonlandırılması gibi unsurların hepsine birden uygunluk aranmaktadır. Bunlardan birine uyulmamış olması halinde ihlal meydana gelmektedir. Türkiye aleyhindeki Kakoulli kararında, sınırdaki güvenlik güçleri tarafından, dur ihtarı yapılmış olması ve uyarı ateşi açılmasına karşın tek silah atışıyla silahsız kişinin etkisiz kılınma imkanı varken üç el silah atışıyla öldürülmüş olmasını oranlılık ilkesine aykırı bularak yaşam hakkının ihlal edildiğine hükmedilmiştir. 

AİHM, Kaya/Türkiye davasında, kamu görevlilerinin keyfi şekilde adam öldürmelerinin Sözleşme’nin 2. maddesinde yasaklanmasının, uygulamada kamu makamlarının kuvvet kullanmasının hukuksallığını denetleyecek bir makamın bulunmaması durumunda bir anlamı olmayacağı yönünde tespitte bulunmuştur. Mahkeme’ye göre, 2. maddede düzenlenmiş bulunan yaşam hakkının korunması, kamu görevlileri tarafından kullanılan gücün belli koşullar altında hukuka uygun olup olmadığının bağımsız bir şekilde incelenmesini, bu konularda kamu görevlilerinden hesap sorulabilmesini gerekli kılmaktadır.

Gözaltındaki ve tutuklu kişiler bakımından yaşam hakkının korunmasında devlet sorumluluğunun ön plana çıktığı bir başka alan zorla kaybetme durumlarıdır. Devletin kollulk gücü aracılığı ile gözaltına alınan kişiden sonrasında haber alınamaması veya öldürülmüş olduğunun muhtemel olduğu durumlar bu kapsamda dile getirilebilir. Zorla kaybetme bağlamında 2. maddenin ihlali, kural olarak gözaltına alındıktan sonra kaybolan kişilerle ilgili uyuşmazlıklarda gündeme gelmektedir. 1998 yılında verdiği bir kararda gözaltını müteakiben kaybolan kişinin ölümüne dair emare bulunmaması nedeniyle AİHM 2. maddeden değil 5. maddedeki kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkından ihlal kararı vermiştir. Ancak uluslararası hukukta zorla kaybetmenin suç olarak düzenlenmesi gibi gelişmelerin etkisiyle, Ertak davasında  olduğu şekilde gözaltına almanın açık olmadığı hallerde de kaybolan kişilerin yaşam hakkından devletin sorumluluğu AİHM gündemine girmeye başlamıştır. Bu tür olaylarda genellikle gözaltına alma olayı kanıtlanamamış, ancak sonuçta ilgili öldürülmüş ya da kaybolmuşsa, gerekli önleyici tedbirlere başvurulmadığı gerekçesiyle devletin pozitif yükümlülüğü çerçevesinde değerlendirme yapılmalıdır. Buna karşın kamu görevlilerinin gözaltına alma sırasında ve sonrasında öldürme ya da kayıp olaylarına karıştıkları yönünde makul kuşkunun ötesinde emareler bulunması halinde, devletin hizmet kusuruna dayalı sorumluluğu bağlamında yaşam hakkını ihlal ettiği kabul edilmektedir.

Türk Anayasa Mahkemesi, Anayasanın 17. maddesinde düzenlenen yaşam hakkı kapsamında, devletin, negatif bir yükümlülük olarak, yetki alanında bulunan hiçbir bireyin yaşamına kasıtlı ve hukuka aykırı olarak son vermeme yükümlülüğü bulunduğunu belirtmektedir. Bu şekilde tanımlanan negatif yükümlülük anlayışında, AİHS’nin 2. maddesi 1. fıkrası hilafına gerçekleştirilen kasıtlı eylemler ile 2. maddenin 2. fıkrasının uygulama alanı bulduğu ihmali ya da ağır kusurlu eylemler de ihlale meydan verebilir.

Anayasa Mahkemesine göre belirli bazı koşullar altında bir vakada ölüm meydana gememiş olsa dahi devletin sorumluluğu doğabilmektedir. Kişilere karşı gerçekleşen eylem, ölüm sonucunu doğuracak etkinlikte gerçekleşmiş ise inceleme yaşam hakkı kapsamında yapılmaktadır. Anayasa Mahkemesi bir kararında roketatar mermisinin patlaması neticesinde yaralı olarak kurtulan başvurucunun talebini, roketatar mermisinin öldürücü niteliğini ve başvurucunun hayati tehlike geçirmesini dikkate alarak yaşam hakkı çerçevesinde incelemiştir.

 

SONUÇ

İnsanın toplum halinde yaşamaya başlamak ile birlikte iyi ve kötü düşüncesi diyalektik bir süreç içerisinde birbiri ile mücadele ederek devam etmiştir. Hukuk bakımından kötülüğü tanımlayan bireysel hakların ihlali ve toplumsal düzenin bozulmasıdır. Toplumun var olmasından itibaren de toplumlar ve iktidarlar bu iki kötülüğe çeşitli şekillerde karşı koymuşlar ce ceza sistemleri açığa çıkmıştır. Önceleri failin toplumdan atılması, öldürülmesi meşru, kefaret ödettirilmesi iken zaman içinde faydacılığı esas alan, cezayı başka amaçlara hizmet eden bir araç olarak gören sistemler geliştirilmiştir.

Tarih sayfalarına bakıldığında gerçekten de kanlı dönemlerin olduğu, ölüm cezasının bir güç olarak belli odakların eline geçtiği görülmektedir. Günümüz modern insan hakları anlayışının bu gibi olayların yaşanmasına müsaade etmesi beklenemez. Bu nedenle uluslararası metinler ve bağlayıcılığı olan sözleşmeler ile yaşam hakkına saygı güvence altına alınmıştır.

Genel olarak toplumu koruma içgüdüsü ile güncel tartışması devam eden ölüm cezasının günümüz devletlerinin imkânları düşünüldüğünde alternatifi uzun süreli hapis cezası ile sağlanamayacak faydaları olduğu söylenemez.

Gerçekten de çalışmamızda izah etmeye çalıştığımız üzere ölüm cezasının infazından sonra artık geriye dönüş olamamakta, hatalı yargılama ve ceza belirlenmesi, zamanla toplumun düşünme ve onay algısının değişmesi ile sadece ölüm cezası infaz edilen insan açısından değil, toplum açısında da zararları doğabilecek, vicdanları yaralayabileceği açıktır.

Gün geçtikçe ceza yasalarından ölüm cezasını çıkaran devlet sayısı artmakta, bu da insan haklarına saygı ile birlikte ilerleyen bir süreç olmaktadır. Bu sürecin ivmesinin hız kazanması uluslar üstü kurumların çabası ile mümkün olmaktadır. Örneğin AP üyesi olan hiçbir devletin ceza yasasında ölüm cezasına yer verilemeyeceğini ön koşul olarak sunmaktadır. AİHM bu konuda yaptığı yargılamalar sonucunda verdiği kararlar devletler açısından bağlayıcıdır. BM ölüm cezasının kaldırılmasını veya varlık koşullarının dar düzenlenmesini önermektedir.

Sonuç olarak yaşam hakkını kutsal ve temel insan hakkı olarak belirleyip, sonrasında devletlere, iktidarlara yaşam hakkını ortadan kaldırma yetkisi tanımak yaşam hakkının özüne uygun olmayacaktır. Yaşam hakkı devlete karşı da korunması gereken insan hakkıdır. Dolayısı ile aslında toplumu oluşturan bireyin bu defa da topluma feda edilerek yaşam hakkına son verilmesini, devlet eli ile öldürülmesini öngören bir cezanın yasalarda olması kabul edilemez.